Kahramanmaraş Edebiyat ve Sanat Derneği (MESDER) ile Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi işbirliği ile düzenlenen “Mesder Akademi / Edebiyat Sohbetleri – 4” programında; İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı, Türk Dili ve Edebiyatı Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Yenikale; “Sultanu’ş Şuarâ Sünbülzâde Vehbi’nin Hayatı ve Edebî Şahsiyeti” konulu konuşmasıyla yer aldı.
Dernek başkanı Ali Avgın ve KSÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yakup Poyraz’ın açılış konuşmaları ardından program konuğu Ahmet Yenikale’nin, Sünbülzade Vehbi Efendi’nin hayatı ve edebi şahsiyetine dair konuşmaları başladı. Gençlerin ağırlıkta olduğu programı çok sayıda izleyici pür dikkat dinledi. Konuşmacı Ahmet Yenikale söz konusu programda şu bilgileri aktardı:
SEKİZ OSMANLI PADİŞAHI DEVRİNİ İDRAK ETMİŞ ŞÖHRETLİ BİR TÜRK ŞAİRİ
“SünbülzâdeVehbî, (d. 1718-ö.1809), bir asra yaklaşan uzun ömründe; III. Ahmed, I. Mahmud, III. Osman, III. Mustafa, I. Abdülhamid, III. Selim, IV. Mustafa olmak üzere sekiz Osmanlı padişahı devrini idrak etmiş şöhretli bir Türk şairidir.”
MARAŞ’TA SÜNBÜLZADELER DİYE BİLİNEN KÖKLÜ BİR AİLEYE MENSUP
“Asıl adı Mehmed bin Râşid bin Mehmed olan şairin mahlası Vehbî’dir. Kendisine bu mahlası, mahlasdaşı olan ve bu yüzden Vehbî-i Evvel de denilen Seyyid Vehbî vermiştir. Babası Râşid Efendi, Seyyid Vehbî Efendi’nin Halep kadılığı yaptığı sırada onun kethüdası ve naibi olarak bulunmuştur. Maraş’ta Sünbülzâdeler diye bilinen köklü bir aileye mensuptur. Dedesi devrin Maraş müftülerinden Mehmed Efendi olup Saçaklı-zâde ile asırdaş ve komşudur. Babası Râşid Efendi de âlim ve şair bir zattır. Eski kaynaklarda doğumuyla ilgili hiçbir tarih verilmeyen şairin 1718 yılında doğduğu tespit edilmiştir. 1809 da vefatında yaşının doksanı aştığı hususunda Şânî-zâde’nin ifadesi ile de örtüşmektedir.”
ZAMANIN İLERİ GELENLERİNE KASİDELER SUNARAK ONLARLA DOSTANE İLİŞKİLER KURDU
“Vehbî’nin doğumundan itibaren Maraş’ta ne kadar kaldığı bilinmiyor. Çocukluğunun ve gençliğinin bir kısmını Maraş’ta geçiren Sünbülzâde Vehbî Efendi memleketinde mükemmel bir tahsil gördükten sonra kendisine şöhret kapılarını açacak olan İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’daki eğitim hayatı ve kadılık mesleğine ne zaman başladığı hakkında kaynaklarda bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca kadılık mesleğine girmeden önce müderrislik de yaptığı da anlaşılmaktadır. Zamanın ileri gelenlerine kasideler sunarak onlarla dostane ilişkiler kurmuştur. Bu münasebetlerin tesisiyle Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerlerinde 17 yıl gibi uzun süre kadılıklarda bulunmuştur. “
SULTAN III. MUSTAFA ZAMANINDA KADILIKTAN HÂCEGÂNLIĞA TERFİ ETTİ
“Sultan III. Mustafa zamanında kadılıktan hâcegânlık mesleğine terfi ettirilmiştir. Şair, hâcegânlık (mâli işler) sınıfına terfi edişi dolayısıyla Sultan III. Mustafa’ya bir kaside sunmuştur. Bu meslekte yedi sene görev yapan Vehbî Efendi, başta Sultan I. Abdulhamit olmak üzere saray ve çevresinde büyük itibar kazanmıştır. Sarayda tesis ettiği güven neticesinde ve Farsçaya olan vukufiyeti de göz önüne alınarak Bağdat valisi Ömer Paşa ile 1775’te Basra’yı kuşatarak Doğu Anadolu’yu yağmalattıran İran hükümdarı Zend Kerim Han arasındaki anlaşmazlığı halletmek üzere 1776’da İran’a elçi olarak gönderilmiştir.
.Ancak Ömer Paşa, Vehbî Efendi’nin kendi aleyhinde oluşan fikrini anlamış, Vehbî’den önce davranarak İstanbul’a Vehbî aleyhinde bir jurnal göndermiştir. Bu jurnalde Ömer Paşa, Vehbî’nin Zen Kerim Han’la dostluk uğruna İran tarafını tuttuğunu ve İran’da bulunduğu sırada devlet hizmetinde bulunanlara yakışmayacak davranışlarla İranlılara rezil olduğunu yazmıştır. Bunun üzerine Sultan I. Abdülhamit’in Vehbî’nin bulunduğu yerde öldürülmesi için idam fermanı çıkarmış ve bu iş için de bir memur tayin etmiştir. Görevli memur henüz Bağdat’a ulaşmadan dostlarının haber vermesi üzerine bir posta tatarı kıyafetiyle İstanbul’a gelmiş ve Üsküdar’da bir dostunun evine gizlenmesiyle sefaret macerası sona ermiştir.
Vehbî, sefaret dönüşü yazdığı, I. Abdülhamit’in beğenip affına vesile ve manzum bir sefaretname örneği olan Tannane Kasidesi’nin kaleme alır.”
SULTAN III. SELİM DÖNEMİNDE “SULTANÜ-Ş ŞUAR” ÜNVANINI ALIR
“Vehbî’nin Sultan III. Selim’in saltanat yılları hayatının en parlak devresi olmuştur. III. Selim döneminde “sultanü’ş-şuarâ” unvanını da alan ve mimari eserler için düşürdüğü tarihler İstanbul’un çeşitli yerlerini süsleyen Vehbî, yine bu devrede Manisa ve Siroz’da kadılık yapmıştır.
Ömrünün kalan kısmını zevk ve eğlenceden geri kalmadan İstanbul’da geçiren yaşlı şair, nikris hastalığına yakalandıktan sonra iki seneden fazla hasta yatıp 14 rebi’ülevvel 1224’te (29 Nisan 1809) vefat etmiştir. Edirnekapısı haricinde Topçular’adefn edilmiştir.Öldüğünde yaşı 90’ı aşkın olan Vehbî’nin ölümüne muarızı olan müverrih şair Sururî son bir vefa örneği göstererek birçok tarih düşürmüştür.”
ARAPÇA VE FARSÇA MANZUM SÖZLÜK YAZABİLECEK KADAR İLERİYDİ
“Divan’ında Arapça şiirleri, Farsça Divançesi ve Türkçe şiirleri bulunan şair bu dillerde şiir söyleyebilecek derecede her üç dile de hâkimdir. Hatta Arapça ve Farsçaya olan vukufiyeti bu dillerin manzum sözlüğünü yazabilecek derecede ileridir. Bu eserlerinin dışında manzum hikayeciliğin tipik örneklerinden olan Şevk-engîz mesnevisi ve nasihat-nâme türünde yazdığı Lutfiyye mesnevisiyle bu alanlarda da varlığını ortaya koyan şair, münşeât ve hezeliyatlarıyla da adından söz ettirmiştir.
Kaynaklarda genel olarak onun şiirlerinin lirizmden yoksun ve kuru olduğu değerlendirilmekle beraber kolay söyleyebilen bir şair olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Osmanlı Müelliflerinde ‘Şiiri ilim kuvvetiyle söylenilmiş olduğundan o kadar güzel olmamakla beraber mevzun söz söylemek hususunda Osmanlı şairlerinin birincilerinden addolunur.’ denilerek bu genel kanaate tercüman olunmuştur.”
ŞİİR DİLİ AKICIDIR, DİVANINDA VEZNİ BOZUK BİR TEK MISRAYA RASTLANILMAZ
“Teknik bakımdan oldukça sağlam olan şiirlerinde dili genellikle sade ve akıcıdır. İncelediğimiz Divan’ında vezni bozuk bir tek mısraya dahi rastlanmamıştır. Kafiye bulmakta zorlanmayan şairin kafiyeleri de oldukça sağlamdır. Türk edebiyatının en hacimli divanlarından sayılan bu eserde kasideler önemli bir yer tutmaktadır.
Bunların yanı sıra Giray’ın katli ve akabinde mahkemesinin basılarak kendisinin hapsedilmesi üzerine yazdığı “Kasîde-i Tayyâre“, bir tür poetika sayılabilecek “Kasîde-i Kelâmiyye” (Sühan Kasidesi) gibi orijinal kasideleri de vardır.”
SÜNBÜLZADE VEHBİ BİR İLHAM SANATI USTASIDIR
“Bu bakımlardan Sünbülzâde Vehbî için bir kaside şairi, denilse yeridir. Edebî sanatların hemen hemen hepsinin güzel örneklerini bulmanın mümkün olduğu Divan’da özellikle iham, cinas, tevriye ve telmih sanatları dikkat çeker. Hatta daha da ileri gidilerek Sünbülzâde Vehbî’nin bir iham sanatı ustası olduğu söylenebilir. Bu bakımdan şiirlerini okurken çok dikkatli olmak gerekir.
Kısaca ifade etmek gerekirse şiirleri her ne kadar Necâtî, Fuzulî, Nâilî gibi şairlerle ile mukayese edilemeyecek kadar lirizmden yoksun olsa da Sünbülzâde Vehbî, kolay söyleyebilen bir dil ve söz ustasıdır.”
EN ÇOK DA “RÜCU” ŞİİRİYLE TANINMIŞTIR
Sünbülzâde Vehbi Efendi halk arasında divan şiirlerinden çok, rücu sanatını gerçekleştirdiği “Bezm-i hamam edelim” mısralarıyla başlayan şiiriyle tanınmaktadır. Sünbülzâde Vehbi Efendi denildi mi ilk akla gelen genellikle bu şiiridir.
Rücu kelimesinin anlamı şudur: Rücu sanatının işlendiği bu sanat divan edebiyatı sanatlarındandır. Yani verilmek istenilen mesaj; şiirin ilk satırda tahmin edilenden çok farklı olduğunu ikinci satırda anlatma tarzıdır.
Sünbülzade Vehbi’yi rivayete göre dönemin padişahı huzuruna çağırır ve der ki “Bana öyle bir şiir yazacaksın ki şiirin ilk iki satırı seni cellatın eline verecek, son iki satırı ise cellatın elinden azat edecek. Bunu başarırsan mükafatlandırılacaksın, başaramazsan öleceksin”
der. Padişahın emri üzerine Vehbi’nin hazırladığı şiir biraz müstehcen gibi algılansa da divan edebiyatının en güzel ve en eğlenceli “rücû” örneğidir. Şu da bir gerçek ki Sünbülzade, bu şiirini divanlarının hiç birine almamıştır.
SÜHAN KASİDESİNDE, ŞAİRLERE ÖNCE İLİM ÖĞRENMELERİ GEREKTİĞİNİ İFADE EDER
Sühan Kasidesi ismiyle bilinen Kelâmiyye’sinde; iyi bir şair olmak için Allah vergisi olan yaratılıştan gelen meziyetlere sahip olmanın yanında birtakım bilgilere de sahip olmak gerektiğini belirtir. Bunun. İçin de güzel sözler söylemek isteyenler ve gazel yazmaya talip olanların ilk önce ilim öğrenmesi gerektiğini ifade eden mısralarında şöyle der:
Talib-i nazm-ı gazel ‘ilme çalışsın evvel
Leyte şi’rı deyü eylerse temenıia-yı sühan
Çünkü ilim ile şiir, mana bakımından birbirinin yerine kullanılan iki kelime oldukları için bilgili bir şair ile cahil bir şairin denk olması düşünülemez der:
Ilm ü şi’r ikisi ma’nada·müradifler iken
Bir midir şa’ir-i nadan ile dana-yı sühan
Söz incisinin her gönülde değil bilgi denizine benzeyen göğüs sedefinde olacağını söyleyerek herkesin şair olamayacağını ima ederken şairde olması gereken vasillardan biri de bilgi olduğunu belirten kasidesinde şöyle der:
Sadef-i sine-i derya-yı ma’arifde olur
Yohsa her dilde bulunmaz dür-i yekta-yı sühan
SÜNBÜLZADE VEHBİ BİR İLHAM SANATI USTASIDIR
“Bu bakımlardan Sünbülzâde Vehbî için bir kaside şairi, denilse yeridir. Edebî sanatların hemen hemen hepsinin güzel örneklerini bulmanın mümkün olduğu Divan’da özellikle iham, cinas, tevriye ve telmih sanatları dikkat çeker. Hatta daha da ileri gidilerek Sünbülzâde Vehbî’nin bir iham sanatı ustası olduğu söylenebilir. Bu bakımdan şiirlerini okurken çok dikkatli olmak gerekir.”
Kısaca ifade etmek gerekirse şiirleri her ne kadar Necâtî, Fuzulî, Nâilî gibi şairlerle ile mukayese edilemeyecek kadar lirizmden yoksun olsa da Sünbülzâde Vehbî, kolay söyleyebilen bir dil ve söz ustasıdır.”
Ahmet Yenikale programda Sünbülzade Vehbi Efendi’den kaside ve gazel örnekleri vererek konuşmasını tamamladı.
GAZEL
Var dâmen-i Yûsuf gibi bir pâk etek tut
Ammâ ki sakın çıkmasın elden anı pek tut
Ben bu gece niyyetliyim ol hân-ı visâle
Zâhid yürü sen şübhe ile rûze-i şek tut
Tuzlu oturur sonra sakın kıyma kebâba
Ey rind-i mey-âşâm biraz hakk-ı nemek tut
Tutkun gibi bir lu’b ile ağyara tutulma
Bu pendimi ey şûh gerek tutma gerek tut
Dizgin gerecek yok sana bu arsada VEHBÎ
Esb-i kalemin sen de inânın çekerek tut
GAZEL
Gûşe-i meyhânede gerçi esîr-i bâdeyim
Zâhidâ ancak gam-ı eyyâmdan âzâdeyim
Mû-miyân-ı mûmyâ-yıvasla muhtâcım meded
Bir şikeste-beste böyle derdmen düftâdeyim
Hasret-i mihrâb-ı ebrûn ile oldum pây-mâl
Mahfil-i aşka döşenmiş köhne bir seccâdeyim
Bâri bir kerre sarılmak mümkin olmaz mı aceb
Böyle başdan savma kim destârına dil-dâdeyim
Gül gibi rengin değilsem de ne mâni VEHBİYÂ
Hârdan pâkîzedâmânım ki SÜNBÜLZÂDEyim