DenemeSalkım Söğüt

Evler

EVLER… Nafiz Yıldırım

Eşyanın ruhu var mıdır bilinmez; ama zannediyorum onlar da bizim gibidirler. Galiba ruhlarında (içlerinde) barındırdıklarıyla neşelenirler, hüzünlenirler, insanları bağırlarına basarlar bir ana şefkatiyle kollar ve korurlar. Aslında her şeyimize şahit olurlar; güzel anılarımıza hayatımıza dair her ne varsa.

Ev sözcüğü şüphesiz mimariye ait bir terim; ancak mimariden çok sosyolojinin yahut psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyor gibi. Bizi koruyan, saklayan, sırlarımızı açığa vurmayan, bizi ele vermeyen, dilsiz ama üzerimize titreyen mekânların elbette bir ruhu olmalı ki insanlar üzerinde bu kadar tesir ve iz bırakmış olsunlar. Galiba bu bakımdan psikolojinin bir parçası olmayı hak ediyor. Böyle olduğu içindir ki onlar için yüz yılar boyu çok şeyler söylendi, yazıldı.

Bütün medeniyetlerde ev, daha geniş ifadesiyle mimari hep ön sıralarda yer aldı. Dev sütunlar üzerine inşâ edilmiş devasa yapılar, güç ve ihtişam göstergesi oldular. İçinde yaşadıkları, yapıldıkları dönemler de dahi hep hayranlık uyandırdılar. Hatta kendilerinden sonra gelen nesilleri bile hayran bıraktılar. Bir bakıma kendi dönemlerinin yaşam koşullarını kendilerinden sonrakilere net bir şekilde anlattılar susarak. Hayran olmamak elde değil, susarak, yüksek sesle konuşmak.

“İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar.
İrili ufaklı, birbirinden farklı,
Ahşap evler, kagir evler yaptılar.
Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,
Evlerin içi devir devir değişti
Evlerin dışı pencere, duvar. “ 
(B. Necatigil)

Kafamızda ve yüreğimizde iz bırakan bütün medeniyetleri gözümüzün önüne getirdiğimizde göreceğiz ki bu medeniyetler, olumlu veya olumsuz mimarilerinin etkilerini toplum üzerinde göstermektedirler. Olumsuz dedik; çünkü mimari yapıları, evleri yerle yeksan eden güçler, medeniyetler de bugün hafızamızdaki yerlerini aldılar; Ebreheler, Moğollar…  Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir bakıma gücün göstergesi olarak hem yıkmışlar hem de yapmışlardır. Gariptir ki her ikisi de iz bırakmıştır. Bu bağlamda İrem bağlarına, Fırat’ın kenarında yakın zamanda gün yüzüne çıkan Zeuma’ya, Efes antik şehrine, Aspendos kalıntılarına, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine bakmak sanırım yeterli olacaktır.

Bugün Amerika Birleşik Devletlerinin tarihinin veya geçmişinin olmadığından bahsederler; çünkü mimari yapısının gerilere gitmediğini hepimiz bilmekteyiz. Demek ki tarih bilincinin veya geçmişinin oluşmasındaki en önemli etkenlerden biridir mimari.

Evler veya mimari unsurlar bir nevi geçmişle gelecek arasında konuşan bir tarih gibidir. Ve her dönemde de gücün ve ihtişamın göstergesi olmuşlardır. Bizler bir ülkenin, bir şehrin dahası bir insanın maddi ve manevi gücünü anlamak için evlerine (evine) bakıyor ve bir kanaat sahibi oluyoruz. Bugün Orta Afrika Kıtası’nda, Afganistan’da gördüklerimiz bizi hüzne sevk ediyor. Sadece hüzne mi sevk ediyor tabiî ki değil, onların maddi yaşamlarına dair her şeyi de okuyoruz. Aslında bu okumada bize yardımcı olan tek unsur o insanların görüntülerinden ziyade yaşadıkları çevrelerin ve mekânların bize anlattıklarıdır şüphesiz.

Bir şehre girdiğimizde büyülenir ve etkisinde kalırız. Bizi büyüleyen doğası değildir çoğu zaman; mimarisidir, yaşayan ve yaşanan bir kent olmasıdır zannımızca. Öyle olmasaydı, insanların çoğu kırsal alanlarda yaşardı. Bu gün hala insanlar güçlü olduklarını anlatmak için evlerini anlatır ve gösterirler.

“  Bizim ev iki oda, bir sofa
Ev sahibi ayda yetmiş lira alır.
Kapıda at nalından, sarımsaktan bir nazarlık
Önümüzde kaleler, arkası mezarlık.
Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız
Güzelim vaiz sokağında benim de
Ferah, aydınlık bir evim olur 
…”(Turgut Uyar)

 İlk tanıştığımız insanların önce alelacele adını, kimliğini (etiketini) nerde yaşadığını dahası hangi mahallede oturduğunu öğreniriz. Şunu kabul etmeliyiz ki bunu hepimiz yapıyoruz. Bütün bu gayretlerimiz aslında karşımızdaki kişinin ne kadar güçlü olduğunu anlamak çabasından kaynaklanıyor. Bu bağlamda kendimizi ve nerede durduğumuzu sorgulayabiliriz. Nerde durduğumuz derken, hangi değer yargılarına sahip olduğumuz anlamında.

Yazının girişinde evlerin de ruhu var mıdır demiştik. Çok doğru, evlerin dahası bütün eşyaların ruhu vardır kanaatindeyiz. Bunu nesnelerin üzerimizdeki olumlu, olumsuz etkilerinden anlarız sanıyorum. Giydiğimiz değişik renkteki elbiseler, gittiğimiz değişik mekânlar bizi mutlu veya mutsuz edebiliyor. Zaten bugün ilimde geldiğimiz nokta da bütün eşyanın atomlarının, moleküllerinin hareket halinde olduğunu bizlere göstermektedir.

Çocukken köye, dedemin yanına gittiğimde (bugün olduğu gibi) güzel yapılı, içinde insanların cıvıl cıvıl hareket halinde olduğu evlere hayran olurdum. Tabi bunun yanında sahipsiz, kimsesiz dahası ruhunu, sahiplerini kaybetmiş evler de beni hüzne sevk ederdi. Küçücük aklımla Onların ruhsuz olduklarını, sahipsiz, kimsesiz olduklarını anlar hüzünlenirdim. Galiba bu alışkanlığım hala devam ediyor. Beni her zaman perişan halde zar zor ayakta duran evler düşünceye sevk etmiştir. Bazen dakikalarca onları izler, dertlerine ortak olmak istemişimdir, çaresiz. Bunun yanında güçlükle ayakta duran evlere de üzülürüm. Sıvaları dökülmüş, ahşapları çürümüş, boyaları solmuş evlerdir bunlar ve içlerinde kendileri gibi hayata, geleceğe ümitle, iştahla bakmayan insanlar (yaşlılar) barındırırlar çoğu zaman. Bunu anlamak zor değildir elbette; çünkü nefes aldıklarını hissedersiniz ve aldıkları nefeslerinde de ne kadar zorlandıklarını görür, hüzünlenirsiniz.

 Burada P.Safa’nın 9. Hariciye Koğuşundaki hasta çocuğun (kahramanın) hastaneden çıkıp yaşadıkları mahalleye geldiğinde, mahalleyi tasvir edişi akla gelmekte, çünkü hasta çocuğumuz da her sene kemik ameliyatı olur ve ayakta zar zor durur. Kendiyle, evler arasında manevi bir bağ kurar; “Fakat eve gittim. Şehrin bir ucundan öbür ucuna. Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli(iltihaplı) adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz daha eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim.

Kiminin kaplamaları biraz daha kararmıştır, kiminin şahnişini biraz daha yumrulmuştur, kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkça yaşayamazlar, onları çok seviyorum ve hepsi, rüzgârdan sancılandıkça ne kadar inilderler ve içlerinde ne aziz şeyler saklarlar, onları çok… çok seviyorum.” Buna mukabil aynı çocuk akrabalarının yanına (köşklerine) gittiğinde yaşam dolu olur ve hayata tutunur.

Hâsılı mekânların üzerimizdeki etkisi bir bakıma yaşamımıza yön verecek kadar güçlü dersek yanılmış olur muyuz bilmem. Atalarımız ne güzel demişler ”dünyada mekân ahrette iman“ diye. Sokakta yatıp kalkan insanlara acıdık ve evsiz, barksız insanlar dedik, onlar için. Hatta “ev alma komşu al“ dedik. Ne garip bugün evli barklı olduk ama komşularımızı ve birçok değerimizi kaybettik. Son yüzyılda mimarimiz gelişirken sanki ruhunu kaybetti. Çok sahipli devasa binalar inşa ettik, ruhsuz fakat güzelliğine kapıldığımız bu beton yığınlarına sevdalandık hırsımızla. Üstad N. Fazıl’ın dili ve yüreğiyle;

Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün arkan!
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada…
Garanti yok sen gibi faniye sigorta da!
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;
Komşuluk mana ve ruh ne varsa heder oldu;
Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden…
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!”

 Evet devasa binalar, içini ruhunu görmediğimiz binalar inşa ettik. Daha önceki dönemlerde yapılan evlere, konaklara baktığınızda sahiplerinin özelliklerini görmeniz mümkündü. Oda sayısına, avlusuna, avlu duvarına kadar hâsılı nereye ne kondurulmuşsa hepsinin bir izi, bir anlamı vardı sahipleri için ve sahipleriyle ruh ve beden gibiydiler. Bugün aynı şeyleri söylemek mümkün mü? Genel olarak şüphesiz sıra dışı mekânlar inşa edilmekte; ancak bugünün mimarisi ruhsuz ve manasız mekânlar halindeler sanki.

Evleri yüksek kurdular
Önlerine uzun balkon
Sular aşağıda kaldı
Aşağıda kaldı ağaçlar.
Evleri yüksek kurdular
On bin basamak merdiven

Hiç kimse, dahası birçok mimar, mekânların, içinde yaşayacakların psikolojisini, ruhunu hesaba katmıyor. İstatistikler insanların, en az on yılda bir ev değiştirdiklerini söylüyor. Şayet bu değiştirdiğimiz evlerin ruhları olsaydı, bu evler, bizden bir parça olsalardı, böyle kolayca onları terk edebilir miydik? Galiba kazandıkça kaybediyoruz. Bu sıkıntımız,  edebi metinlere baktığımızda sanki yeni değil ve bu durumdan her dönemde şikâyet edilmiş gibi. Burada Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanındaki mekanlarla ilgili eleştirel tespitini hatırlamakta fayda var:  “…Ne pencerelerde, ne merdivenlerde naçiz bir hüsn endişesi olmadığı gibi, (…) Esasen bütün İstanbul evleri tek bir kafanın zevksiz dimağının mahsulü olmak üzerine yapılmış çergelerden başka bir şey miydi?” (KY: 216)

Üstad Sezai Karakoç Balkon şirinde, bu hali (ironik bir şekilde)çok güzel anlatmakta;

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde
İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü
Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarları  

Sezai KARAKOÇ

Hâsılı hep kazandığımızı sandıkça kaybettik ve kaybetmeye de mahkûmuz. Bu evler kimin, mülk kimin, evim var diye sevinenler, evim yok diye üzülenler nerde? Yine geldik bizim Yunus’un durduğu yere:   

Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!

Ümit ediyoruz kaybettiklerimizi yeniden kazanır ve madde ile mananı birlikteliğini, bir saadetin şarkısını mırıldanır gibi yeniden mırıldanırız. Selam ve dua ile…

Nafiz Yıldırım

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu