O Kadın
O KADIN
1990 yılıydı. İlk yurtdışı seyahatimdi. Hafızam beni yanıltmıyorsa, sanırım bir sonbahar günüydü. Alman menşeli bir firma ile bir ekipman sözleşmesi yapılmıştı. Firma, teslimat öncesi bizi “fabrika testleri” için ülkelerine çağırmıştı. Firma yetkilisi bizi Frankfurt hava limanında karşılamış, sonra da bir otele götürmüştü. Ertesi sabah gelip bizi alarak fabrikaya götüreceğinisöyledikten sonra da gitmişti. Vakit daha öğle saatleri olduğu için, valizlerimizi yerleştirdikten sonra otel lobisinde buluşup şehri gezmeyi planladık. Taksi şoförüne bizi şehrin en merkezi meydanına götürmesini söyledik.
Frankfurt’un merkezindeki tarihi binaları, katedralleri seyrederek epeyce dolaştık. Ara sokaklardan birine daldığımızda, yine etrafı tarihi binalarla çevrili çok geniş bir meydanda bulduk kendimizi. Meydanın ortasında herhangi bir anıt ya da heykel yoktu ama meydan oldukça genişti. Etrafındaki evlerin balkonları ve pencere önleri rengarenk çiçeklerin sarktığı saksılarla dolu idi. Biz hayran hayran her binanın balkon ve pencerelerini seyrederek bir tur attık. Meydanın bir köşesinde, bir kafe gözümüze ilişti. Kafenin ön cephesinde, güneşten ve yağmurdan koruma amaçlı branda gölgelik mevcuttu. Meydanın bir bölümüne taşan tertemiz ekose desenli örtülerle bezenmiş masaları görünce yorulduğumuzu anladık. Oturup bir şeyler içmeye karar verdik. Oturduğumuz yerden meydanın bütün binaları, balkonları ve pencereleri görünüyordu. Birer neskafe söyledik.
Hava açık ve güneşli olduğu için brandalı kısmın dışında da masalar vardı. Benim görüş alanımda, kafenin yan tarafındaki tarihi binaların birinin önündeki masada, tek başına bir kadın oturuyordu. İster istemez gözüm kadına ilişti. Güzel giyimli, makyajlı, düzgün saçları kırlaşmaya yüz tutmuş, elli-altmış yaşlarında olabileceğini tahmin ettiğim, bakımlı bir kadındı. Bir eli masasındaki kupanın kulpunda, diğer eli boynundaki fularla oynuyordu. Onun masasının karşısında, yani meydandan taraf masada da bir genç çift oturuyordu. Çift dedimse, evli çift anlamayın. Çünkü yaşları çok gençti. İki arkadaş ya da sevgili anlayın siz. Çünkü gözleri birbirlerinden başka kimseyi görmüyordu. Gencin yüzü benden tarafa dönüktü. Kadın ise ikisinin yüzünü de yandan görüyordu.
Ne kafenin diğer müşterileri, ne de meydandan gelip geçen kalabalık, kadının ve genç çiftin hiç dikkatini çekmiyordu. Gençlerin gözleri birbirlerine kilitlenmiş, kadının ki de onlara. Ne yalan söyleyeyim benim gözlerim de kadına. Lütfen yanlış anlamayın, şimdi anlatacağım ve siz de anlayacaksınız.
Kadın gözlerini kırpmadan genç çifti izliyordu. Ama ne izleyiş, sanki kendinden geçmiş gibi. Kadının hafiften gülümseyen yüzünde öyle bir ifade vardı ki ne anlatıma sığar, ne tarife.Bir anne, ancak kendi çocuklarına bu kadar sevgi dolu bakabilirdi. Sadece kupasındaki içeceğini değil, tüm dünyayı unutmuş bir dalgınlıkla izliyordu onları. Oğlan ve kız, masanın üzerinden birbirlerine doğru eğilmiş, birbirlerinin ellerini avuçları içine almış, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak, alçak sesle bir şeyler mırıldanıyorlardı. Onların her hareketi kadının sevgi dolu yüzüne yeni gülümsemeler oturtuyordu. Ben de kadının sevgi dolu yüzünü seyrediyordum.
Neskafelerimiz bitmişti. Ben; “bir tane daha içeceğim” dedim ve kupalarımız yenilendi. Niyetim, kadını sonuna kadar izlemekti. Çünkü ben o yaşıma kadar, kendi yaşadığım toplumda bir insanın, hiç tanımadığı gençlere böyle sevgi ve şefkat dolu baktığına şahit olmamıştım. Hatta gençlerin bu tür arkadaşlıklarının; ahlaksızlık, terbiyesizlik ya da en hafifinden kızma ve kınama şeklinde eleştirildiğine şahit olmuştum. Ama bu kadın, hiç tanımadığı bu gençlerin birlikteliğini şefkat ve sevgiyle karşılıyor, onların mutluluklarından belli ki kendisine de pay çıkarıyordu.
Bir an ne düşünmedim ki; “belki kendi gençliği geldi gözünün önüne,belki de kendisinin ilk aşkı.O günleri yeniden yaşıyor belki de. Belki şimdi uzaklarda olan oğlunu ya da kızını koydu onların yerine. Bu yüzden bu kadar şefkatli bakıyor onlara. Bu yüzden gülücükler oturuyordu olgun yüzüne. Bizim de var oğlumuz, kızımız. Biz, çocuklarımızı birilerinin eleştirmesine hiç tahammül edemezken, başkalarının çocuklarını çok acımasızca eleştirip, onlara olmadık kulplar takarız oysa. Bu kadın, ama bu kadın; başkalarının evlatlarına kendi evlatlarıymış gibi sevgi ve şefkatle bakıyor.”
Biz ikinci kahvelerimizi içerken gençler kalktı. El-ele, birbirlerinin omuzuna yaslanarak meydan boyunca yürüyüp gittiler. Kadın mı? Kadın, yüzündeki sevgi ve şefkat dolu gülümsemeyi hiç bozmadan, onlar kayboluncaya kadar gözleriyle onları izledi. Sonra elindeki kupayı hatırladı. Ağzına götürdü. Soğumuştu herhalde, yudum almadan masanın üzerine geri bıraktı. Yüzündeki gülümseme solmuştu. Kendi dünyasına geri dönmüştü belli ki. Bir süre dalgın gözlerle meydandan gelip geçen kalabalığı izledi.
Aradan otuz küsür yıl geçti. Ben, o gün bu gün, ne zaman el-ele yürüyen iki genç görsem, o kadının gözlerindeki ışığı hatırlar ve o gençlerin mutluluğundan kendime pay çıkarırım o kadından esinlenerek.
Lütfi BİLİR