
KISA ROMAN MI? UZUN ÖYKÜ MÜ?
Gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan! Edebiyatın kendiliğinden saptığı bu yol, belki bir yandan sosyal medyanın kısa zamanlı algısıyla uyum içerisinde, okur isteğini karşılıyormuş gibi görünürken, diğer yandan şaşırtıcı biçimde üst edebiyat dediğimiz alanın içine yerleşiyor; sadeleştirilmiş, kompakt hale gelmiş metinler sunarken daha yüksek bir okuma zevki vaat ediyor. Dil ve biçim, estetik ama estetize edilmemiş; kahraman derinlikli ama kahraman değil; sınıf bilinci yüksek ama ideolojilere kapılmayan; gerçekçi ama klasik anlamda toplumcu gerçekçi değil! Ve nihayetinde kısa ama kısa değil! Peki nedir novella?
Bugün dünya edebiyat klasikleri arasına girmiş romanlara baktığımızda yüzde 80’inden fazlasının 400 bin kelime sayısını aştığını görürüz. 400 bin! Kulakta çılgınca çınlayan bir rakam! Sözgelimi, Marcel Proust’un efsane romanı Kayıp Zamanın İzinde 3 bin 16 sayfadır. Ya da yine büyük hacmiyle göz dolduran Sefiller’in içine Victor Hugo dünyanın bilinen en uzun cümlesini yerleştirmiştir; tam 800 kelimelik bir cümle! Örnekleri öylesine çoğaltabilirim ki, bir süre sonra uzay boşluğunu matematiksel verilerle anlamaya çalışan insan zihninin boşalması gibi, her şey anlamını yitirmeye başlayabilir. Rakamlar bir süre sonra anlamsız gelir insan zihnine, evet, ama ya böylesine uzun romanları okumak… Eğer bir edebiyat bilgisinden, bir edebiyat sevgisinden söz edeceksek, Sefiller’i okumamış olmak, Savaş ve Barış’ı, Karamazov Kardeşler’i ya da İnce Memed’i okumamak kabul edilebilir değildir. Elbette biliriz ki, uzunluk bir romanın olumlu ya da olumsuz özelliği olamaz. Ama romanın tür olarak doğduğu günden bugüne gelişine baktığımızda, olayların, yaratılan karakterlerin, doğa ve ruh betimlemelerinin uzun uzun anlatılmasının, anlatılabilmesinin o metne bir oturaklılık kazandırdığı düşüncesinin içimizde yaşadığı da aşikar. Gelgelelim zaman değişiyor, edebiyat eğilimleri, türler, türsel sınırlamalar birbirini değiştiriyor. Ve gözlerimizin önünde yeni bir tür doğuyor: Novella. Yani kısa roman, belki uzun öykü, ya da öyküden biraz uzun, romandan azıcık daha kısa olan!
Yanlış anlaşılmasın, artık uzun romanlar yazılmıyor demiyorum. Bilakis, çoğu eleştirmen ve okur kitapların gereksiz, yersiz bir şekilde uzun olmasından şikayetçi. Knaussagard’ın, son zamanlarda edebiyat dünyasında fırtınalar estiren Kavgam’ı, Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinden daha uzun. Ya da her yıl Nobel alması büyük bir hevesle beklenen, çok ama çok sevilip okunan Haruki Murakami, 1Q84 başta olmak üzere, uzun romanlar yazıyor. Kitapçıların vitrinleri tuğlayı andıran çoksatanların sütunvari yerleştirmeleriyle süsleniyor. Ama başta Avrupa edebiyatı olmak üzere, tüm dünyada ve Türkiye’de novellanın yükselişe geçtiğini görmemek mümkün değil. Edebiyatçılar arka arkaya novellalar getirip bırakıyorlar dünya edebiyatının içine. Sadece novellalar yazan genç edebiyatçılar var artık. En son İngiltere’de ilk defa bu yıl Novella Ödülleri’nin verilecek olması da bu yükselişin en önemli göstergelerinden biri.
Peki nedir novella? Novellanın tanımına baktığımızda, bir muğlaklık söz konusu. “Öyküden uzun, romandan kısa.” Birkaç paragraflık öyküler de var, roman denen kısacık anlatılar da. Hugo Ödülleri bu muğlaklığı aşmak için 17 bin 500 ile 40 bin kelime arasında yazılan romanı novella olarak kabul ediyor. Biraz önce sözünü ettiğim Screen School of Liverpool John Moores Üniversitesi ve Manchester Metropolitan Üniversitesi’nin ortaklaşa başlattıkları ilk Novella Ödülü’nün kriterlerine ilişkin çalışmaya göre de, bir kitabın novella olarak kabul edilebilmesi için 20 bin ila 40 bin kelime arasında bir uzunluğa sahip olması gerekiyor. Bu sayılara bir de tartışma eklemek isterim. 2011 yılında Booker Ödülü’nü alan Julian Barnes’ın kitabı Bir Son Duygusu’nun novella olup olmadığına tam karar verilememişti. (Barnes’ın romanı kendi dilinde 176, Türkçe çevirisinde 160 sayfaydı.) Okurun aklına ister istemez bir romanı novella yapan sadece kelime sayısı mıdır, sorusu gelecektir. Değil elbette. Nasıl ki öyküyle roman arasındaki fark uzunluk ya da kısalık değilse, romanla novella arasındaki fark da kelime sayısıyla belirlenemez sadece. Novellanın içeriğinde onu romandan ayıran birtakım özellikler var. Bu özelliklere geçmeden önce bu taze tartışmaların kaynağında yatan novellanın neden bu kadar ve neden şimdi ön plana çıktığı üzerinde durmak gerekiyor.
Her şeyi yutan roman
Başlangıçta “yeni” bir tür doğuyor, demiştim ama novellanın tarihi aslında romanla eş. Uzun hacimli romanların yanı sıra edebiyatçılar her zaman kısa romanlar, novellalar da kaleme alıyorlar. İlk novella için Bocaccio’nun Decameron’una kadar geri gidebiliyoruz. Hemen bütün usta yazarların kısa romanları var. Franz Kafka’nın Dönüşüm’ü, John Steinbeck’in İnci’si, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı kitabı, Thomas Mann’ın Venedikte Ölüm’ü, Ernest Hemingway’in İhtiyar Adam ve Deniz’i, Truman Capote’nin Tiffany’de Kahvaltı’sı ya da George Orwell’ın Hayvan Çiftliği adlı eseri, Marguerite Duras’nın Sevgili’si bir çırpıda akla gelen örnekler. Gelgelelim kısa metinlerin, novellanın bir parça da olsa saygınlık kazanmaya başlaması, tercih edilebilir bir tür olması bizim zamanımızı buluyor. Bu saydığımız örneklerdeki yazarlar özellikle novella yazmak için, bir tavır olarak oturmuyorlar kağıdın kalemin başına yani, sadece hikayeleri bunu gerektirdiği için kısa yazıyorlar. Ya da en azından kendilerinin özellikle dile getirdikleri bir tavır, bir durum söz konusu değil. Bir de bunun en uzunundan en kısasına, romandan denemeye, eleştiriden öyküye edebiyatın her türünde kalem oynatabilen, “olması gereken” edebiyatçı kimliği algısıyla da ilgisi var şüphesiz. Kendi türünü belirleyip ondan hiç dışarı çıkmayan edebiyatçı da, her türde kalem oynatan da aslında türlerin kesin ayrımlarına, sınırların belirlenmesine hizmet ediyor bir anlamda. Oysa novellanın bize işaret ettiği başka ve çok önemli bir şey var; türler arası sınırların giderek silindiği… Tıpkı zaman algısının değiştiğini işaret ettiği gibi…
Evet türler arası sınırlar giderek siliniyor. Şiirin dili öykünün ve romanın içine sızıyor, onu bir anlamda estetize ediyor, öyküsel anlatımı içinde taşıyan şiirler seviliyor, “ben anlatıcı”nın öyküye ve romana girmesi deneme türünün yavaş yavaş gözden düşmesine yol açıyor. Öykü ya da roman demek yetmiyor, kısa öykü, kısa kısa öykü, seri roman, kısa roman vurgusuna gereksinim duyuluyor. Romanın bir tür kara delik gibi hemen tüm edebi türleri içine çekişini, yutuşunu izliyoruz çünkü. Ancak bu çekim gücü türleri kuvvetle değiştirip dönüştürürken ister istemez roman türü de bir tür değişime uğruyor. Kanımca novellanın yükselişi her şeyden öte, bunun bir işareti.
Hanifi Yılmaz