SABAHI OLMAYAN GECE / 6 ŞUBAT
5 Şubat 2023 Pazar sabahına hepimiz herhangi bir gün gibi uyandık. Ailecek yapılan kahvaltıyı, soğuk bir kış gü- nünde içimizi ısıtan Pazar kahvesini son kez içtiğimizi kim nasıl bilebilirdi ki? Normal zannettiğimiz hayatımızın, sadece 15 saat sonra bambaşka bir yere evrileceğini tahmin etme şansımız olsa neleri değiştirmezdik!!Bir gün sonra- sında hiçbir şeyin bir daha eskisi gibi olamayacağını bilebilir mi insan…
BİLEMEDİK. Bilemezdik… Bu yüzden de bir gece öncesinde bir sonraki günün planını yaparak, hepimiz derin bir sessizliğe bürünerek uyuduk. Olacaklardan habersiz daldığımız o derin uykudan, korkunç bir sarsıntıyla irkilerek uyandık.
6 Şubat 2023 Pazartesi günü saat 04:17 ‘ de insanlığın asrın felaketi olarak nitelendirdiği karanlık Şubatı yaşadık… Korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Annemizin soğuk su dökerek uyandıramadığı kan uykudan, öyle bir şiddetle sarsılarak uyandık ki bir daha hiçbir uykuya dalışımız bir önceki gibi olmayacaktı. Bir daha uyumak için yatağa girme şansımız olacak mıydı onu bile düşünemeden, yataklarımızdan fırlayarak son nefesimizi nasıl vereceğimize odaklanmıştık… Çünkü duyduğumuz tek ses yıkılan binalardan gelen çığlık sesleri ve kelime-i şehadet sesleriydi… Tüm insanların o anki tek ortak noktasıydı imanla gidebilmek.
Bitmek bilmeyen bir uğultu ve sarsıntının ardından, can havliyle çocukları sarıp sarmalayarak sokağa attığımız- da, daha iyi anladım ne yaşadığımızı Yıkılan binalar, Can çekişen çocuklar, bağrışmalar… Hayatımız boyunca unutamayacağımız acı dolu anlar kazındı zihnimize…
O sırada kardeşlerimin, eşlerinin ve çocuklarının da yaşadıklarını öğrendim. Şükrettiğimiz şeylerin ne kadar çabuk yer değiştirebildiğini o an çok iyi anladım. Karanlıktı her yer, toz duman olmuştu güzelim şehir… Kar yağıyordu şehrin yukarı kesimlerine. Kar sadece ağaçlara, toprağa düşmüyordu, insanların korkudan tir tir titreyen yüreklerine yağıyordu sanki. Hep birlikte arabaya doluşup, şehir merkezine doğru inerken sıra sıra yıkılmış binaları gördükçe, yoldan değil de bir acının içinden geçtiğimizi çok derinden hissettim o an. O esnada telefon şebekeleri çekmediği için anneme ve babama ulaşamıyordum, yıkıldığına hiç ihtimal dahi vermeden annem ve babamın yaşadığı eve doğru ilerliyorduk. Anne ve babamın yaşadığı eve doğru yaklaşırken daha sık aramaya başladım. Ardı ardına ara- maya devam ediyordum. Çalmıyordu telefonları.. Biraz daha yaklaştıkça kötü bir his kapladı içimi. İleri doğru bakıp binanın tepe kısmını görmek istiyordum. Alevlerden ve dumanlardan bina görünmediği için görmek mümkün olmuyordu. Olamaz, yıkılmış olamaz diye diye ilerlerken babamın arabasını gördüm. İçimde inanılmaz bir sevinç oluştu… O an, tek isteğim babamı arabanın içinde görmekti. Bir türlü görememiştim sisten ve dumandan. Ama ne yazık ki babam arabada yoktu. Çok şükür ki o arabadan kardeşim çıktı. Şükürler olsun onlar yaşıyorlardı. Ancak annem, babam ve babaannem arabada yoktu. Çünkü annemlerin yıkılan evinin önünden aracı kardeşim çıkarmıştı. Yıkımı ilk olarak küçük kardeşim görmüş ve bize söyleyememiş. Ama gözlerine inanılmaz bir acı çökmüş ve benimle göz göze bile gelemiyordu. Tek söyleyebildiği; “çocukları güvenli bir yere bıra- kıp tekrar buraya geliriz“ oldu.
Ne yazık ki iki bloklu, sekiz katlı bina yerle bir olmuştu. Yerle bir olan sadece bizim binamız değildi, yüzlerce bina vardı. Bizim binayı o şekilde görünceye kadar inanmak istememiştim. Yolda ilerlemek çok zordu, çünkü tüm şehir akın akın sevdiklerinin yanına yetişmeye çalışıyordu. Kimi arabalarıyla, kimileri koşarak. Sonunda annemlerin yaşadığı binanın oradan geçiyorduk ki binanın bir kağıt gibi yerlere savrulmuş olduğunu gördük. Gözlerimize inanamadık. Bağırmak, ağlamak, çırpınmak, hepsi yaşanan çaresizliğin sadece bir parçasıydı.
En sevdiklerimizi o binada kısa bir süre bırakıp diğer sevdiklerimizin can güvenliği için güvenli bir yer belirlemeye çalışıyorduk. Kısa süreliğine de olsa onları orda bırakmak o kadar canımı acıtmıştı ki. Ancak diğerleri de küçücük yaşlarında idiler ve hayatları boyunca belki bir daha göremeyecekleri acılara şahit olmuşlardı. Çocukları, daha güvenli olduğunu düşündüğümüz bir bağ evine bırakıp, enkaza tekrar geldik. Sesimiz yettiğince ve dilimiz döndüğünce bağırıyorduk. “Anneeee, babaaa, babanneeee, sesimizi duyan varmı???”
Ne sesimizi duyan vardı, ne de bir ses duyabiliyorduk.
O gün tüm şehir gerçek anlamda karanlığa gömülmüştü. Sabah saat 09.00 olmasına rağmen sanki hala hava aydınlanamamıştı. Güneş üzüntüsünden kendisini bulutların arkasına saklamış, hatta sicim sicim ağlıyordu da. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Vatandaşlar enkazların başına kümelenmiş, birbirlerine mütemadiyen binalardan sağ çıkan olup olmadığını soruyordu. Yakınlarını aramaya çıkan herkes, enkazların bir kenarından köşesinden tanıdığı birinin çıkıp geleceği gibi bir ümide sığınmıştı. Enkazı beklediğimiz refüje, sürekli poşetlerin içine konmuş cesetle bırakılıyordu. Yaralılar battaniyelere
sarılmış, götürecek bir araç bulsa dahi gidilebilecek açık bir yol bulamıyordu hiç kimse.
O ânı, sanki kıyametin bir provasıymış gibi hissettim. Sanki bir işaretmiş, kıyamet koptuğunda yaşanacakların bir fragmanı çekiliyormuş gibiydi. Tüm güçsüzlüğüme rağmen yapabileceğim tek şey, güçlü durmaya çalışmaktı. Ben hayatımda hiç bu kadar hissederek dua etmemiştim içimden. Bir ara utandım, namazlarımda bile bu kadar derinden dua etmediğimi düşününce. Sadece içim dua etmiyordu, dilim de konuşuyordu belli belirsiz; “ne olur Allah’ım, ne olur Allah’ım” diyerek. “ Ne olur ölmesinler, ne olur ölmesinler, ne olur kurtar onları.”Pes etmeden arama kurtarma ekiplerini beklediğimiz sırada, bir umutla acaba bizim de yapabileceğimiz bir şey olabilirmi diye bağırmaya ve aramaya devam ediyorduk. Dışardakiler içerdekileri çok merak ediyordu ancak, içerde hayatta olanlar da dışardakilerden bir umutla yardım bekliyorlardı. İçerdekilerin bekledikleri sadece yardım değildi, aynı zamanda dışardaki sevdiklerinin yaşayıp yaşamadıklarını da bilmeyi çok istiyorlardı. Bunu nasıl öğrendiğime gelince:
Annem ve Babaanneme tam 67 saat sonra ulaşabilmiştik. 67 saat boyunca enkazın başında olmamıza rağmen, annem enkazın altından sesimizi hiç duyamadığı için, bizim de hayatta olmadığımızı çok düşündüğünü çıktıktan sonra gözyaşlarına boğularak anlatmıştı.
67 saat boyunca annem, babaannem ve babamla ilgili en çok merak ettiğimiz şey, tabii ki yaşayıp yaşamadıklarıydı. Ancak hava o kadar soğuktu ki acaba soğuktan donmuş olabilirler- miydi? Yoksa açlıktan ölmüş olabilirler mi diye düşünmek, yaşanan depremin etkisi kadar kötü ve korkutucuydu. Çünkü soğuk, tipi ve açlık birbiri içinde yer değiştiriyordu. Arama kurtarma ekibi, beklediğimiz o mucize sesi 67 saat sonra duydu. Annem, hayatta olduğunu ve babaannemin de hayatta olduğunu söylemişti ekibe. Bunu duyduğumuzda müthiş bir umut doğdu içimize.Tek isteğimiz babamdan da haber alabilebilmekti. Ancak babam, annem ve babaannemin olduğu yerde değildi maalesef.
Annemi ve babaannemi, bulundukları yerden 8 saatlik uğraş sonucunda çıkarabildi UMKE ekibi. Ekipten bir kişi anneme babamı sorduğunda, babamın bir alt kata düştüğünü ve yan bloğun babamın üzerine çöktüğünü söyledi. Yine de bir umut, belki o da yaşıyor- dur düşüncesiyle bir yandan annem ve babaannemin bulunmasına sevinirken, bir yandan da babamın ölmüş olabileceği tedirginliği çökmüştü üzerimize. Annem ambulansa bindiğinde çok acı çekiyordu. Anneme, hepimizin hayatta olduğunu ve bir sorun olmadığını söyledim. Kurtulduğuna sevindiğinden daha çok, bu söylediğime sevinmişti. Ancak, annemin biraz kendine geldikten sonra anlattıkları beni çok derinden sarstı. Anneme o karanlık küçücük yerde 67 saat nasıl dayandığını sordum. Annem sürekli dua ettiğini ve bildiği bütün duaları sırayla okuduğunu söyledi. “Ancak öyle zamanlar oldu ki küçük abdestimi yapmak zorunda kaldığımda, artık dua edemeyeceğim için çok üzülüp uykuya dalıyordum” dedi. Uyuduğu sırada kendisini rüyasında hamama götürüp yıkadıklarını ve gusül abdesti aldırdıklarını gözyaşları içinde anlattı. Uykudan uyanır uyanmaz, dua etmeye kaldığı yerden devam ettiğini ve tertemiz olduğunu hissettiğini söyledi. Bunları duyduğumda ben de göz- yaşlarımı tutamadım. Anneme, babamı aradığımızı ve bulmaya çalıştığımızı söyledim, ancak annem, babamın öl- düğünü ve kendisinin bunu gördüğünü söyledi.
Depremin 5 ‘inci gününde, arama kurtarma ekipleri bir erkek cesedi bulduklarını bilgi vermek üzere tekrar bize ulaştılar. Arayan kişi, buldukları cesedi yüzünden teşhis etmenin zor olduğunu, ancak elinin fotoğrafını paylaşmak istediğini söyledi. Bize gönderdiği fotoğraftaki “el“ babamın eliydi. Maalesef başka hiçbir ihtimal de kalmamıştı babamın yaşadığına dair. Ertesi gün teslim edebileceklerini ve aynı gün çıkarmalarının çok zor olduğunu söylediler.
Ertesi gün öğleye doğru babamı teslim aldık. Sadece 8 kişi ile defnetmeye gidebildik. Cenazeler o kadar fazlaydı ki sıraya girdik teyemmüm ve cenaze namazı için… O kadar hızlı yapılıyordu ki her şey, sanki koşarcasına.. 5 gündür bulamadığımız babamı 5 dakikada def- nettik. Babamı orada bırakmak o kadar acıttı ki canımı, cümlelere sığdırabilmem mümkün değil.
Orada bıraktığımız sadece babamın bedeni değildi. Bütün duygularımızı, acılarımızı, sevinçlerimizi, yaşanmışlıklarımızı ve en önemlisi de bundan sonra yaşayamayacaklarımızı da orada bıraktık. Mezarlıktan ayrılırken, şunu çok derinden hissederek ayrıldım o an: “Hepimiz için hayat bir gündü, o da bugündü“…
Ama gel gör ki hayat bizleri çok bü- yük acılarla sınasa da, bu acılar her hatırladığımızda yüreğimizi kıymık batığı gibi sızlatsa da ölenle ölünmüyor. Bir süre sonra, hayat bir ırmak gibi, bazen başını taşlara vurarak, bazen de yosunların samur saçlarını tarayarak, kendi mecrasında umarsızca akıp gidiyor. Çünkü hayatta kalanlara karşı da sorumluluklarımız var. Kaybettiklerimiz- le yaşamak isteyip de kendimizi hayatın akışına kaptırıp yaşayamadıklarımızı, en azından yaşayan yakınlarımızla yaşama fırsatımız var. Geride kalanlarla farkındalıklı yaşamak için sanki bir aşı yaptı diye düşünüyorum zaman zaman. Birlikteliklerimizin her anının, her dakikasının bizlere bahşedilmiş bir servet olduğunun bilinci. Kaldı ki kaybettiğimiz insanların bile bizlerden; iyi bir evlat, iyi bir anne, iyi bir eş ve vatana-millete hayırlı bir yurttaş olma gibi beklentileri vardı. Onların bu bek- lentilerini boşa çıkarmak, onlara ihanet sayılmaz mı? Onları göğsümüzün sırça sarayında her an hatırlayabilir, yaşadığımız güzel günleri, anları her dem taze tutabiliriz. Onları unuttuğumuzda, gerçek anlamda öldürdüğümüzün farkında değil miyiz? Onları unutmamak, hatırlamak ve özlemek onlarla her an birlikte olmak değil de nedir ki zaten?
Hatice Daşçal